Senin pazartesi günleri bu köşede okuduğun yazıları ben genellikle cuma ya da cumartesi günleri geceyarısından sonra cep telefonumun “Notlar” bölümünde yazıyorum Bünyamin.
 
Cumadan yazarsam çok daha iyi oluyor ama daha çok cumartesi gece yazıyor ve pazar günü sabah kahvaltıdan sonra son kez gözden geçirip imlâ hataları falan varsa onları da düzeltip pazar öğlesonu gazeteye gönderiyorum. Bu arada umarım sen de okuyunca memnun oluyorsundur.
 
Aslında yazmak için zaman bulmak, daha çok günübirlik bir hayat süren bizim gibi toplumlarda oldukça zor. Pek çok insanımız hayatın ilerleyişi ve işleyişine göre belirli bir planlama veya hedef belirlemesi olmadan hayatını idame ettirme peşinde. Kimi okumuş, öğretmen, bürokrat, doktor, mühendis olmuş, kimi de yine belli bir proğram ve bilinç içinde olmadan okumamış, esnaf, usta, işçi olmuş ve yaşayışlarını idame ettirmişler, ettiriyorlar.
 
Hasılı hayatın akışı pek çoğumuzu kendi akıntısının oluşturduğu girdabın içine çekip bizleri de alıp götürüyor. 
 
İnanır mısın bilmem ama bazen kendi kendime neden yazıyorum diye soruyorum. Bir sebebi var mı yazmamın? Oldukça klasik bir deyişle “Ne geçecek elime?”
 
Bir gazete köşe yazısında pek de ele alınmayacak konuları “karınca kalemince” yazmaya çalıştığımın da farkındayım üstelik. Nihaî tahlilde en azından kendim için yazdığımın da farkına vararak bunun tefrikinin altını çizerek yazıyorum.
 
Yazmak aslında öncelikle yazan için öğretici olmakta bana kalırsa. Konuyu başta derme çatma oluşturup, sonra o kelime, kavram ve cümlelerden oluşan derme çatma yapıya tüm o kelimeleri yerli yerine yerleştirerek adeta bir ruh vermeye çalışıyorsun. Bunun insana verdiği haz çok gizemli ve hatta tılsımlı olduğu da muhakkak. Tanrı’nın melekler kendisini tesbih ve takdîs ettikleri halde yine de kan dökecek olan insanı yaratmasındaki bizim bilemediğimiz hikmetlerinden birisi de “ruh verme hazzı” olabilir mi acaba diye düşünüyorum mesela bu satırları sana yazarken.
 
Ve yaratılan her canlıya, her hayvana, her bitkiye ve her şeye ayrı ayrı ruh verirken onlara ayrı ayrı yaratılış formatları ve var olmak ve yaşamak iradesini ve farklı farklı doyumlardan haz almak isteği dürtüleriyle yaratmasındaki hikmetleri bizim hakkıyla anlayabilmemiz zaten pek mümkün değil.
 
Hatta Ziya Paşa’nın bu konularla ilgili ileri boyutlarda düşününüp çözümsüz kaldığımızda bizi emniyette tutan lise yıllarımızda öğrendiğimiz bir beyti bizleri durdurarak belki yârdan aşağı uçmamamızı temin etmiştir. Ziya Paşa o beyitinde şöyle demiştir:
 
“İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez,
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.”
 
Geçen hafta sana Kenan Işık’ın şiir kitabından bahsetmiştim ve çokca beğenilen Williams’a ait bir şiiri de yazının sonuna eklemiştim.
 
Şiirleri seçerek kitap haline getiren Kenan Işık olunca tabii ki kitaptaki şiirlerin hepsi birbirinden güzel ve birbirlerini güzellik meltemleriyle efsunluyorlar adetâ. 
 
O kitapta senin için bir şiir daha ayırmıştım bu hafta sana okumak için. Hafta içinde de geçen hafta bir kez okuduğum şiirle mütenasip olsun diye yazının başlığını da “Bir maniniz yoksa” diye belirlemiştim. Ama heyhat!.. O şiiri bir türlü bu pazar bulamadım. Şiirin olduğu yere bir bellek de konuştum aslında aramayayım diye. Neden mi bulamadım? Anlatayım. Geçen hafta söylemiştim ya hani, kütüphane Sevgili Eşim tarafından yeniden elden geçiriliyor diye. Tabii aslında “elden mi geçiriliyor” yoksa “ele mi geçiriliyor”, orası da ayrı bir konu. İşte kütüphane elden(!) ve “ele geçirilirken” sanki evin her katındaki kitapların da içtima etmesi bir zorunluluk gibi bütün kitaplar kütüphaneye indirilip hepsi yerine kaldırılmış. Eskiden olsa belki kızabileceğim bir durum olduğu halde sükûnetle kütüphaneye inip kitabı aldım. Sevgili Eşimin de yaratılış formatları bu şekilde gelişmişti çünkü. Derli toplu olmaya çok itina gösteriyordu. Karanlıkta bile neyi nereye koymuşsa onu oradan, hatta neredeyse kitapları dahi bulabilirdi kendisi. Tüm bunlar Yaratıcı olarak Rabbimizin hepimiz için takdir kılıp lütfettiği yaratılış formatlarıydı işte.
 
Kitabı alıp içindeki bellek de alındığı için sayfaları karıştırarak bugün için ayırmış olduğum şiiri tekraren aramaya başladım. Yaklaşık on dakika aradım taradım ama nafile, bulamadım. Şiir hayatımızın meşgalelerinin bizi birbirimizden uzak tuttuğunu, dostlukların hakkettiği zamanı bulamadığını falan biraz da eskileri çağrıştırarak imgeliyordu. Yazının başlığını “Bir maniniz yoksa”diye seçmemizin esbabı da vuzuha kavuşmuştur umarım. Ama demek ki bir mâni de varmış...
 
Her ne kadar o aradığım şiiri bulamasam da yine aynı kitaptan güzel bir şiir seçtim senin için Bünyamin. Beraber okuyalım. Hayat şiirle daha güzel değil mi?
 
ÖĞÜT
 
Gençliğin hiçbir anlamı yoktu
Ve asla düşünmezdik ne olduğunu
Derken bir gün yaşlı bir adam geldi
Ve bize şunları söyledi
Evet bize şunları söyledi
 
Ben biliyorum genç olmanın ne olduğunu
Fakat sen ne olduğunu bilmezsin yaşlılığın
Bir gün sen de aynı şeyleri söylüyor olacaksın
Zaman geçip gidiyor ve hep bu hikâye anlatılıyor 
 
Pek çok sorular sordum tanıştığım bilge adamlara
Cevapları henüz kimse bulamamış
Onların sorularına da cevap bulunamamış
 
Sadece hatıralar kakacak geriye
Gözyaşı ve kahkahalarla dolu
Yaz bitecek, kış gelecek
Böylece geçip gidecek yıllar
 
Öyleyse arkadaşım gel müzik yapalım birlikte
Ben sana eskisini çalarken
Sen yenisini söyle bana
Zamanla senin de gençlik günlerin geçerken
Biri olacak yanında zamanı seninle paylaşan
(Jerry Abbott)
...