Bir kurum düşünün yüzyılı aşkın geçmişiyle Türkiye’nin en köklü kurumların birisi ancak gelin görün ki o da şu günlerde bir kaosa sürükleniyor.

 PTT’den bahsediyorum. Bilenler bilir, Afyonkarahisar’da PTT’nin başında başmüdür sıfatıyla Mehmet Örsdemir bulunuyor(du). 6 yıl kuruma emek veren, çevresi tarafından sevilip saygı gören Örsdemir, birden bire müşavir olarak merkeze alınmıştı. Atamanın geri alınması için mahkemeye başvuran Örsdemir yargı yoluyla görevine geri dönmüştü ki bir de ne duyalım, kendisi tekrar müşavir olarak görevlendirilmiş.

Çocuk oyuncağına dönen, dışardan bakanların içten içe bir ‘hesaplaşma’ sezdiği bu durum, kurumun işleyişi açısından istikrarsızlık ortaya çıkarsa da bunun bir de insani ve sosyal boyutu var tabi ki. Yani Sayın Örsdemir de bir insan ve onun da bir ailesi, düzeni var. Satranç tahtasındaki piyonlar misali bir ileri bir geri derken bütün düzen bozuluyor elbette. Yargı yoluyla alınmış bir karar hangi organ yoluyla tekrar bozuluyor o da merak konusu…

Severek icra ettiği görevinden alınıp merkeze gönderilen Örsdemir, Afyonkarahisar’a İdare Mahkemesi kararıyla yeniden atandıktan sadece 4 ay sonra yeniden merkeze görevlendirildi. Bu düpedüz itişme, düpedüz inatlaşma diye düşünüyorum. Her ne kadar liyakat ve adalet konusunda içimizde kalan son damlaya tutunmaya çalışsak da onu da bizden almaya çalışanlar var. Bize bildiklerimizi unutturanlar, devletin kurumlarını satranç tahtasına çevirenler var. Herkes hamlesini yapıyor, şah olmak istiyor ancak olan topyekün itibarımıza oluyor.

Bir insanın çalışma hayatındaki değişiklikler eğer birilerinin iki dudağı arasındaysa, ve kurumlarda yapılan atamalar aynı zamanda bir hesaplaşmaysa vay halimize… 

Sayın Örsdemir’e hem çalışma hayatında hem de adalet arayışında başarılar diliyorum.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx

Şimdide isterseniz, bence toplumun kanayan yarası olan öğretmenler gününde hediye alma yarışına bakalım.

Hediye Fırtınası Öğretmenler Günü'nde: Eğitimde Hediyelik Çılgınlığa Dur Deyin!"

Öğretmenlere Hediye Yarışı Mesleğin Değerini Düşürüyor

Aileler arasında özellikle öğretmenler gününde öğretmenlere hediye alma yarışının giderek kızıştığına tanıklık etmekteyiz. Hediye vermenin çocuklarına daha iyi bir ilgi ve eğitim sağlayacağına dair bir algının güç kazanması maalesef bu eğilimi artırıyor.

Son yıllarda öğretmenler sadece öğretmenler gününde değil, çay partilerinde, doğum günlerinde ve bazı özel günlerde de hediyelere boğuluyor. Veli grupları, aralarında para toplayıp öğretmene en pahalı hediyeyi almak için yarışıyor. Öğretmene altın mı ? alalım yoksa evinin perdelerini mi yenileyelim olmazsa tatil hediye edelim. Whatsap gruplarında yazılanlar. Gruba katılmayan veliler dışlanabiliyor.

Öğretmenlerin de, kendilerine verilen hediyeleri bir saygınlık göstergesi olarak görmeye başladıkları ve sosyal medyada hediyelerini paylaşarak saygınlık kazanmaya çalıştıkları görmekteyiz. Bu durum maalesef öğretmenlik mesleğini hediyelerle ölçülen bir alana çevirmekte ve asıl mesleki değerlerin önünde engel teşkil etmekte.

Bu nedenle hediye alıp verme konusu, eğitim camiasında önemli ve tartışılması gereken bir mevzu haline gelmiş durumda.

Öğretmen-öğrenci ilişkisinin sürdüğü süreçte, öğrenci ya da veli tarafından öğretmene hediye takdim edilmesi uygun olmadığını savunmaktayım.

Anaokulu ve ilkokul seviyesinde bile veliler arasında para toplama ve öğretmenlere pahalı hediyeler alınması gibi durumlar mevcut.

Öğretmenlerin bu hediyeleri kabul etmesi durumunda ise, hediye veren ve vermeyen veliler arasında rekabet ve huzursuzluk artmakta, bu durum velilerin ve öğrencilerin ilişkilerine zarar vermekte, hatta öğretmen-öğrenci ilişkisini bile bozabilmekte.

Ben bir öğretmenin öğretmenler gününde gelen pahalı hediyeleri kabul ettiğini ,çiçek gibi daha düşük maliyetli hediyeleri ise öğrencinin yanında başkanlarına verdiğini biliyorum. Siz bu hediyeyi veren öğrencinin psikolojisini düşünün artık.

Bir çocuğun eğitim sürecinde hediye verme alışkanlığı, eğitimin doğasını zehirleyen ve kalitesini sarsan bir etkiye sahip olmakta.

Öğretmen-veli ilişkisinin temel amacı, öğrencinin gelişimini desteklemek olmalı.

Bu amaca hizmet edebilmek için hem veli hem de öğretmen şeffaf olmak ve eğitim hedeflerine ulaşma konusunda iş birliği yapmak zorunda.

Herhangi bir ayrıcalık gözetmeksizin, bütün öğrencilerle adil bir ilişki yürütülmeli; bu ilişki değerleri yaşayan, empatik ve anlamlı olmalıdır. Herhangi bir ayrımcılık toplumun geleceğine zarar verecek ve toplumu yaralayacaktır.

Bu yüzden eğitimde hediyeleşme tartışmasının aciliyeti büyüktür ve adil çözümler üretilmesi zorunluluğu ortadadır.

Günü bir alıntı ile noktalayalım dostlar.

BİR ÖĞRETMENİMİZİN ANISI

2000 yılının Aralık ayıydı. Üniversiteden yeni mezun olmuştum. Bir devlet okulunda heyecanla derslere giriyordum. Sınıflardan birinde, şartlı cümleleri anlatırken tahtaya İngilizce bir cümle yazdım.

“Evet çocuklar, tahtada ‘Eğer çok zengin olsaydım anneme… alırdım.’ yazıyor. Cümledeki boşluğu, hayal gücünüzü de kullanarak doldurun. Anlaşıldı mı?” dedim.

Anlaşılmış olmalı ki herkes sessiz bir şekilde dağıttığım küçük kâğıtları aldı ve gözlerini tavana dikip düşünmeye başladı. Beş dakika sonra sınıfı dolaşıp kâğıtları topladım ve tek tek okudum. Uzay gemisi, Ferrari, Miami’de yazlık, Maldivler’de ada… Ben okuyorum, sınıf gülüyordu. Son kâğıdı içimden okudum. “If I were rich, I would buy flowers for my mom.”

Cümlenin sahibi, o sene sınıfa yeni gelen çelimsiz, içine kapanık bir çocuktu. “Aramızda çok duygusal bir arkadaşımız var!” dedim. “Selim, kalk bakalım. Ne yazdığını arkadaşlarına söyleyebilir misin?”

“Çiçek alırım, yazdım öğretmenim.”

Sınıfta hafif bir kahkaha koptu. “Ben çok zengin olduğunuzu düşünün, hayal gücünüzü kullanın demiştim.

Buna rağmen çiçek alırım yazdığına göre önemli bir sebebin olmalı” dedim. Bir süre sessizce bekledi, sonra ayağa kalkıp “Aklıma başka bir şey gelmedi öğretmenim” dedi usulca. Yüzünde Mona Lisa tablosunu andıran gülmekle ağlamak arası garip bir ifade vardı. “Oğlum, dalga mı geçiyorsun?” dedim sertçe. “Aklınıza bir şey gelmesi için illa not mu vermemiz gerekiyor?”

Hiç cevap vermedi. Kâğıtları geri dağıttım. Sınıf, çalan zille birlikte kovanı kurcalanmış arı sürüsü gibi bahçeye aktı. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu.

 Ertesi sabah okula geldiğimde Selim’in babasını lobide beni beklerken buldum. Önündeki sehpada bir gün önce sınıfta dağıttığım buruşuk kâğıt parçası duruyordu. Oturup biraz konuştuk. Kısa bir görüşmeden sonra ayrıldı. Zorlukla zümre odasına doğru yürüdüm. Başım dönüyordu. Hıçkırığa benzer garip bir şey diyaframdan gırtlağıma kadar tırmanmış, patlamaya hazır bekliyordu.

2000 yılının Aralık ayıydı ve ben, kâğıttaki küçük boşluğu çiçekle dolduran Selim’in, hayatındaki en büyük boşluğu da çiçekle doldurmaya çalıştığını öğrendim.

Üç ay önce bir trafik kazasında annesini kaybettiğini ve o günden beri, babasıyla, hiç aksatmadan her cuma günü annesinin mezarını ziyaret edip mezarlığa çiçek diktiklerini…

Önceki gece babası duymasın diye yüzünü yastığa gömerek sabaha kadar hıçkırdığını…

Ve üniversiteden alınan diplomayla öğretmen olunamayacağını…

Hepsini, hayatımın o en serin aralık sabahında öğrendim.

“Öğretmenlik sabah gidip öğlen geldiğin, Cumartesi, pazar, sömestır ve yazın tatil yaptığın bir meslek değildir. Öğretmenlik Anne olmaktır. Baba olmaktır. Abi olmaktır.. Kısacası İnsan olmaktır.