HARF-İ CERDEN SONRA ÜSTÜN
Hayatın grameridir sana yol gösteren
Hareke(t)lere dikkat ederek yürü!
Harf-i cerden sonra üstün koyma da
Yaşarken şaşırıp yoldan çıkmayasın!
...
Bu yazının başlığını “Harf-i cerden sonra üstün” mü koyayım yoksa “Cahil olmak için okumak(!) lazım” mı koyayım diye yazıya başlamadan önce ikilemde kaldım. Ancak yazıya başladıktan sonra harf-i cerden sonra üstün koymayı daha uygun buldum. Bununla öncelikle okuyucularımızın yazı başlığı kadar da olsa kültürümüze ilişkin kelime ve deyimlerin manasını öğrenmeye doğru teşvik etmek istedim. Geleceğimize ve geleceğimizin diline hakim olmak istiyorsak onun köklerini de ana hatlarıyla bilmemiz gerekir. Geçmişin birikimleri olmadan geleceğe doğru yol almak nerdeyse muhaldir çünkü. Saniyen de okuyucumuzun yazıya dikkatini çekmek istediğimi takdir edersiniz.
Harf-cerden sonra arapça gramer bilgilerine göre takip eden kelimenin altına kısa ve yatay bir çizgi çekilir. Buna Kuran kurslarında veya arapça hazırlık kurslarında “kesre” denir ama yaygın ismi esre’dir. Bu kuralın tek istisnası gayri munsarıf kelimelerdir. Onların özgün adları harf-i cerden etkilenmeden korunur.
Bir kişi gramer uzmanı olsa dahi, zuhulen de olsa harf-i cerden sonra üstün koyarsa ona ve onun bu yaptığına arapça ta’limine yeni başlamış bir tilmiz bile gülecektir.
Bazen kendisini üstün vasıflarıyla tanıdığımız şahsiyetlerin böylesi yanlışlıklar yaptığına şahit olduğum zaman doğrusu benim aklıma hemen bu “harf-i cerden sonra üstün konulması” gelir ve bu durumu tasccüple karşılarım.
Ama ne yazık ki bu tür durumlara son zamanlarda sıkça rastlamaya başladığımızdan mıdır nedir, zihnimde buna dair bir yazı yazma fikri neşet etmeye başladı.
Şimdi size bu konu ile ilgili tarihî bir anektod aktaracağım. Okuyunca umarım siz de bana ve bu teşbihime hak verirsiniz.
Kelime diye bir dergi vardı seksenlerin sonunda. Daha çok İslam’ın yanlış anlaşılan konularını tavzîh eden yazılar yayınlanırdı. Murat Kapkıner, Hikmet Zeyveli, Metin önal Mengüşoğlu başlıca yazarlarıydı. Kendi adıma üniversite yıllarımda o dergideki yazılardan çok müstefit olduğumu belirmeliyim. Tüm sayılarını ciltlettirdim ve kütüphanemde özenle saklıyorum hâla. Zaman zaman açar ve o dönemi ve o dönemde yazılan yazıları bugünkü bilgi, tecrübe ve müktesebatına göre yeniden değerlendirmeye çalışırım. Şunu da söyleyebilirim ki o günlerde yazılan yazılar hala güncelliğini ve önemini korumaktalar. İmkanı olan eski nüshalarını temin ederlerse onlar da istifade edebileceklerdir.
Şimdi o dergideki yazıyı orijinal yazımıyla aktarmaya geldi sıra sanırım. İmlası bana ait değildir.
ŞEMSİYE-İ TEBRİZÎ’DEN
“Bir gramerci, şarkıcıdan bir nağme dinler Elbisesini parçalar, nağralar atar. Halk etrafına toplanır. Orada bulunan kimselerle beraber kadı bu halden hayret ederler. “Bu adam böyle adamlardan değil,” derler. Şarkıcı da zanneder ki sesi adamın hoşuna gidiyor. Şarkısını tekrar eder. Gramerci yine nağralar atar, halka işaret eder, “Dinleyin ey Müslümanlar!” der. Halk, “Ona gayıp âleminden sesler geliyor, bize onu anlatmak, bizi uyandırmak istiyor,” diye düşünür. Geç vakitlere kadar bu hali seyrederler. Gramerci üstünü başını parçalamış, öteye beriye savurmuş, çırılçıplak bir haldedir. Herkes etrafına toplanır, üzerine sular ve gülsuyu serperler.
Biraz sakinleşince, kadı adamın elinden tutar, halvete çeker, ona, “Canım başım hakkı için doğru söylüyorsun. Sana bu aşk ve neşe hali nereden geldi?” der. Adam cevap verir : Nasıl aklım başımdan gitmez ki! Nuh devrinden, İbrahim peygamber zamanından Hazreti Muhammed’in kutlu çağına kadar Fi edâtı isimleri cer eder, esreyle okunur. Halbuki bu şarkıcı harfi-cerden sonra gelen kelimeyi üstün okudu.” Şimdi, herkes, bozuk bir maksat uğruna bu kadar gayret sarf edeceğini gayret sarf edeceğini var kuvvetli gayret sarf edeceğine, var kuvvetini ebediyet ülkesini kazanmak uğruna, hakikat yolunda harcasa onun zevki en büyük olur. O kuvvet bir sermayedir. Nasıl ki bir kimse muhtaç olmadığı bir şeyi satın alırsa sonunda muhtaç olduğu şeyleri satma zorunda kalır.”
Gelelim bu yazıdaki örnekten sonra konumuza devam etmeye.
Bazen öyle olaylar ve o olayların üzerinde rolü olan insanların yapıp ettiklerine veya sözlerine bir bakarsınız ki bu adam bunu nasıl yapar veya bu adam bu sözü nasıl söyler diyerek yadırgarsınız, hayıflanırsınız.
Bu durumu ben de kendi kendime çok düşünür, çok merak ederdim. Nasıl olur derdim bu kadar kitap okumuş, entellektüel birikimi oldukça fazla olan kişiler nasıl öyle konuşurlar, nasıl inanırlar bu söylediklerine diye? Onca yaşına ve kültürüne rağmen nasıl inanır o saçmalıklara, hiç mi muhakeme yeteneği yok diye .
Zihnim bu konularla herc ü merc olurken geçenlerde sosyal uyum yasası diye bir araştırmaya rastladım. O araştırma yazısını okuyunca sorularımın cevabını az da olsa bulmaya başladım. Demek ki insan sosyal uyum yasasının verilerine göre normal şartlarda aklen ve mantıken iknâ olamayacağı ve asla kabullenemeyeceği bazı durumları veya konuları bazı şartların ve hatta dengelerin değişmesiyle kabullenebilmekte, giderekte kanıksamaktadır.
Sosyal uyum yasasına ilşikin okuduğum o yazıyı da üzerinde düşünmeniz için sizinle paylaşmakta fayda mülahaza ediyorum.
ASCH'İN "SOSYAL UYUM- GRUBA İTAAT" DENEYİ.
“1951 yılında Solomon Asch'in "Gruba İtaat" deneyi özetle şöyle:
Asch, laboratuvarda belirli sayıda kişiden oluşan gruplara, sırayla birçok kart çifti göstermiş. (Bu arada deneklerden sadece biri gerçek, diğerleri Asch'in asistanları)
Bu çift kartın birinde 3 tane çizgi var. Bu çizgilerin biri kısa biri orta biri de uzun. Diğer karttaysa tek bir çizgi var. Bu tek çizgi, diğer karttaki üç çizgiden biriyle aynı uzunlukta ve bu bariz belirgin.
Deneklere, bu tek çizginin uzunluk olarak diğer kartlardan hangisine benzediği sorulmuş. Deneklerden sadece biri gerçek demiştik. Diğerleri Asch'in asistanları ve her sefer ne söyleyecekleri önceden belirlenmiş.
Kart çiftleri her gösterildiğinde asistanlar sırayla görüşlerini söylüyor ve en son deneğe sıra geliyor. İlk bir kaç gösterimde asistan (sözde) denekler doğru cevaplar vererek deneğin güvenini kazanmışlar.
Fakat bir süre sonra sorulan sorulara asistanlar sürekli yanlış cevaplar vermeye başlamışlar. Denek, herkesin yanlış cevap vermesinden rahatsız olsa da, sıra kendisine geldiğinde, cevabın yanlış olduğunu bildiği halde asistanlarla aynı cevabı tekrar etmiş.
Çok sayıda denekle aynı şey tekrar edilmiş ve araştırmaya katılanların büyük bölümü, apaçık gördükleri gerçeğin tam tersini söylemişler.
Art niyetli toluluklarda da sistem böyle işliyor. İlk etapta doğrularla doğruluk telkini veriliyor. Kişi buna ikna edildikten sonra yanlışlara ses çıkaramaz hale geliyor ve hatta bir parçası haline geliyor, getiriliyor.”
Demek ki uyum yasasına göre insanların öyle davranmaları veya konuşmaları normal olabiliyormuş(!). Bu araştırmayı okuduktan sonra artık harf-i cerden sonra üstün koyanlara karşı düşüncelerim biraz daha iyileşip olgunlaşmaya başladı.
Kim harf-i cerden sonra üstün koyarsa koysun kendi adıma fazla taaccüp etmiyorum artık. Ta’liminde veya terbiyesinde hata veya yanlışlar var diyerek kendimi rahatlatıyorum.
Ve artık ben de harf-i cerden sonra üstün konulamayacağının ve doğru olan hareke(t)in kesre olduğunun ve onu harf-i cerden sonraki kelimenin altına koymamın bilincinde ve farklılığında olmamın hazzını ve haklı mutluluğunu yaşamaya çalışıyorum. Haksız mıyım Bünyamin?