Afyonkarahisar’da sosyal medyadan veda mektubu paylaşan ve ortadan kaybolan üniversite öğrencisi 22 yaşındaki Anıl Sayın’ın yazdığı mektup ortaya çıktı. Gencin kaleme aldığı işte o veda mektubu…
Bu notu arkamda soru işareti bırakmamak için yazıyorum. Bu kararı anlık bir öfkeyle ya da başka bir duyguyla vermiyorum. Bu üzerine uzun süreler düşünülmüş bir karardır. Artık hiçbir şey yapacak motivasyonum kalmadı. Üretkenliğimi, azmimi, çalışkanlığımı, disiplinimi sürdüremiyorum. Kendime yeni şeyler katamıyorum. Bir işlevimin kalmadığını düşünüyorum.
Bu hayatta benim için anlamlı sahip olduğum tek şeyimi akademik başarımı da kaybettim.
Başkasına muhtaç olmadan, yük olmadan gelecekte yaşayabileceğim iyi, erdemli bir hayat beklemiyor beni. Ülkemden umudumu keseli çok olmuyor. Bununla yaşanabilir. Ama kendimden umudumu kestiğim an hayat anlamını yitirdi benim için. Hayaller kurmayı bıraktım.
Beklentilerimi düşüre düşüre yok ettim. Derslere ve bölümüme olan ilgimi zamanla yitirdim.
Başarımı kaybettim. İntihar son bir yıldır gündemimde olan yeni bir kavram değil benim için.
İntiharı her zaman çıkmaz sokaklarımın kapısı olarak tuttum kafamda. Ara ara düşüncesi gelir rahatlatırdı beni. Ama son altı ayımın bir günü dahi intiharı düşünmeden geçmedi. Kendime zaman tanıdım, bir şeylerin değişmesini diledim, depresyondayım bir yanılgı içerisindeyim tedavi olursam eski halime dönerim sandım, imkanlarım dahilinde tedavi olmaya çalıştım(devlet hastanesinde psikiyatriste gidip bir kutu antidepresanla döndüm) ama ilaçlar beni daha umursamaz yapmaktan hayatımı uçuruma sürüklemekten başka bir şey yapmadı. Benim için yaşamaya değer tek hayat iyi bir hayattı ve o da bir taneydi başka yoktu. Ahiret hayatına inanmıyorum. Benim için ölümden sonrası doğumdan öncesi ile aynı hiçliğe denk geliyor. Ben de insanların çoğu gibi bir dine ve yaratıcıya inanmayı ona sığınmayı çok isterdim ama yaptığım araştırmalarla ulaştığım farkındalıkla artık istesem de inanamıyorum. Evrim sonucu insanın kendini değerli ve özel sanacak bir bilince ulaştıktan sonra diğer canlılar kadar önemsizliğini ve öldükten sonra yok olacağı gerçeğini kabullenememesi sonucu ortaya çıkan dinlere rasyonel bakış açısından başka bir açı ile yaklaşamıyorum. Varoluş sancıları da ağır gelmeye başladı artık.
İyi dediğim şeyler de iyiliğini, anlamını yitirdi benim için. Evrenin devasa büyüklüğünü ve zaman dilimini düşündüğüm zaman insanın ortalama seksen yıllık ömrüyle bir hiç olmasını, tüm insanlık tarihinin hatta canlılık tarihinin dahi evrenin zamanında bir hiç ettiğini görüyorum. Benim için seksen yıl yaşayıp ölmemle şuan ölmem arasında hiçbir fark yok ikisi de anlamsız, önemsiz, etkisiz. Şu ana kadar ölmüş milyarlarca canlılardan bir tanesi olacağım sadece. Beni hatırlayanlar da öldüğünde hiç var olmamış gibi olacağım, olacağız. Hayatın gerçeği bu. Gönül isterdi ki ölümümü bu şekilde gerçekleştirmeyeyim, sevdiklerimin bu kararıma saygı duyduğu beni durdurmaya çalışmadığı, beni anladıkları bir ortamda onlarla vedalaştıktan sonra acı çekmeden ötenazi yoluyla tüm işlevsel sağlıklı organlarımı bağışladıktan sonra öleyim. Bu eylemi gerçekleştirdiğim için bana kızgın olanlar, arkada acılı bir aile bıraktığım için bana bencil diyenler olacaktır. Canım ailem, inanın bu kararı kesinleştirmeden önce de sonra da size olan sevgim hiç değişmedi. Değişen şey hayatın üzerimde oluşturduğu ağırlık oldu. Acılar o kadar arttı ki “sırf ailem üzülmesin diye yaşama” evresinden çıkmak zorunda kaldım. İntihar vakaları büyük tabudur bizim toplumumuzda, oysaki bir insanın kendi isteğiyle kendi canına son verme özgürlüğü ne yücedir ne iyidir. Yaşama isteği yüksek, hayal ve umut dolu hayatların kazayla ölmesinden bin kat daha iyidir intihar ama intihar edenlere daha çok üzünülür. Artık bu saatten sonra intihar benim için bir seçim meselesine dönmüştür. Kendi isteğimle kendi hayatıma devam etmek istemiyorum. Bir filmin yarısında sıkılıp izlemeyi bırakmak gibi.
Beni daha iyi anlamanız için David Foster Wallace’ın “Infinite Jest” kitabından bir alıntıyı bırakmak istiyorum :
"kendini öldürmeye çalışan, "ruhsal bunalımda" denen kişi o işe tırnak içinde "ümitsizlikten" ya da yaşam bilançosunun sol tarafının sağ tarafına eşit olmadığı üzerine soyut bir kanıya vardığı için kalkışmaz. kuşkusuz ölüm ona albenili görünüverdiği için de kalkışmaz. yanan bir gökdelende mahsur kalmış biri kendini önünde sonunda pencereden nasıl atacaksa, ölüm’ün görünmez ıstırabının katlanılmaz boyuta vardığı kişi de işte kendini öyle öldürür. alevlerin sardığı pencerelerden atlayanlar sizi yanıltmasın. muazzam bir yükseklikten düşmekten duydukları dehşet, siz ya da ben aynı pencereye varsayımsal olarak, manzarayı izlemek amacıyla sokulursak duyacağımız dehşet kadar derindir; yani düşme korkusu sabit kalır. Buradaki değişken diğer dehşettir, yangının alevleri: alevler kişiye iyice yaklaştı mı, ölüme atlamak o iki dehşetin nispeten hafifi haline gelir. düşmeyi arzulamak değildir söz konusu olan, alevlerin uyandırdığı dehşettir. gelgelelim aşağıda, kaldırımda, başını kaldırmış, “yapma!”, “dayan!” diye bağıranların bir teki bile o atlayışı kavrayamaz. insanın düşmekten kat be kat daha derin bir dehşeti sahiden anlayabilmesi için bizzat mahsur kalması, o alevleri hissetmesi gerekir."
Öncelikle şu ana kadar beni yetiştiren aileme ondan sonra beni maddi manevi destekleyen insanlara sonsuz teşekkürlerimi iletiyorum. Aynı zamanda bana karşı beklentilerinizi gerçekleştiremediğim ve sizi üzdüğüm için özür diliyorum.
Anıl Sayın