Eklektik

Abone Ol

Kısa bir aranın ardından tarihe ışık tutmaya yanlış bilinen doğrulara yolculuğumuza kaldığımız yerden devam edeceğiz.

Bu yazımızda kurucumuz ulu önder Atatürk’ün kadın haklarına’ kademeli geçme’ politikasını işleyeceğiz. Bu konuyu bizlere Türkiye Cumhuriyeti Tarihi alanında yaptığı çalışmalarla bilinen Prof. Dr. Hakkı Uyar hocamız yanıtlayacak…

H.A: HOCAM ÖNCELİKLE KADININ GÖRÜNÜLÜRLÜĞÜ İLK OLARAK NE ZAMAN BAŞLADI?

                Türkiye’nin modernleşme tarihinin, en az 200 yıllık süreci kapsamakta olup, inişli çıkışlı bir seyir izlediği, Atatürk döneminin bunun tepe noktası olduğu ve her şeye rağmen modernleşme sürecinin belli bir istikamette ilerlediği söyleyebilir. Ülkenin modernleşme sürecinde öncülüğü yapan bürokrasinin iktidarını pekiştirmeye başladığı yıllar olan İkinci Meşrutiyet döneminde modernleşme sürecinin doğal bir parçası olan kadın hakları meselesi de gündemdeydi. Ancak yine de, köklü modernleşme taleplerini dile getirmek cesaret işiydi. Örneğin 1912’de Batıcılık fikrinin savunucularından Kılıçzade Hakkı, modernleşlme taleplerini rüyasında gördüğünü iddia ederek (!) dile getirebilmekteydi. İçtihat Dergisi’ndeki yazısının başlığı “Pek Uyanık Bir Uyku” idi:

  • Fes kaldırılacak, yeni bir başlık kabul edilecek,
  • Mevcut kumaş fabrikaları genişletilecek, yerli malları kullanımı teşvik edilecek,
  • Kadınlar diledikleri gibi giyinebilecek,
  • Tekke, zaviye ve medreseler kapatılacak,
  • Dini mahkemeler kaldırılacak; Mecelle kaldırılacak, ya da değiştirilecek,
  • Latin harfleri kabul edilecek…

Kılıçzade Hakkı’nın hayali modern bir toplum olmaktı. Çünkü toplum modern değildi ve O, ancak bunu hayal edebiliyordu. İkinci Meşrutiyet döneminde dönemin en Batıcılarının bile sadece hayal edebildiklerini –hatta daha fazlasını- 10-15 yıl içerisinde Mustafa Kemal Atatürk gerçekleştirdi.

H.A: KURTULUŞ SAVAŞI YILLARINDA KADIN MESELESİ NASIL CEREYAN ETTİ?

                Kurtuluş Savaşı’nın ilk günlerinde ortada ne Meclis ve ne de Ordu varken, Erzurum Kongresi’nin hemen ertesinde (7-8 Ağustos 1919) savaştan/kurtuluştan sonra yapılacakları Mazhar Müfit Bey’in (Kansu) günlüğüne şöyle yazdırmıştı:

  • Zaferden sonra şekli hükümet Cumhuriyet olacaktır.
  • Padişah ve hanedan hakkında zamanı gelince icap eden muamele yapılacaktır.
  • Tesettür kalkacaktır.
  • Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.

Bu arada M. Müfit Bey, “Darılma Paşam ama hayalperest taraflarınız var” der. M. Kemal Paşa’nın yanıtı nettir: “Bunu zaman tayin eder. Sen yaz”.

  • Latin harfleri kabul edilecek.

M. Müfit Bey, bu söylenenlere inanmadığını hissettirerek “Paşam kafikafi!” der ve inanmaz bir şekilde ortamı terk eder. M. Müfit Bey’in hayal olarak tanımladıkları, Atatürk dönemi içerisinde gerçekleştirilecektir. Cumhuriyet Devrimi, daha Bağımsızlık Savaşı’nın başında projelendirilmişti.

Tüm bu fikri altyapıya rağmen kadınların siyasal, toplumsal ve ekonomik hayatta yer almaları hiç de kolay olmadı. Cumhuriyetin Osmanlı’dan devraldığı siyasal ve toplumsal miras pek de parlak değildi. Nüfusun büyük bölümü (%80’den fazlası) köylü idi, okuryazarlık oranı çok düşüktü (% 3-5 civarı, kadınlarda % 1’in altındaydı). Dolayısıyla geleneksel/dinsel bir toplum yapısında kadınların siyasal ve toplumsal hayatta rol oynamaları pek de beklenemezdi. İşin daha vahim tarafı ise, bırakın toplumu, yönetici elitlerin bile kadınlara siyasal haklarını vermekte pek de istekli olmadıklarıydı.

H.A: KADINLARA İLK DEFA SİYASAL HAKLAR VERİLMESİ NE ZAMAN GÜNDEME GELDİ, NASIL GELİŞTİ?

1924 Anayasası TBMM’de tartışılırken kadınların siyasal hakları gündeme geldi. Anayasanın 9. Maddesi seçme ve 10. Maddesi ise seçilme hakkını düzenliyordu. Her Türk vatandaşının seçme ve seçilme hakkının olduğunun belirtildiği maddelere milletvekilleri itiraz ettiler. Gerekçeleri buna kadınların da dahil olabilecekleri endişesiydi. Bu sırada Urfa milletvekili Yahya Kemal (Beyatlı) Bey’in “Otuz yaşını ikmal eden, kadın ve erkek her Türk mebus intihap edilmek salâhiyetine haizdir” şeklindeki madde değişiklik önerisi oylamaya sunuldu. Oturum başkanı bu maddeyi oylamaya sundu. Ancak ne yazık ki, milletvekilleri bu öneriyi reddettiler. Üstelik alkışlarla!... Kütahya milletvekili Recep (Peker) Bey, buna tepki göstererek, “Kadına hak vermediniz. Bari alkışlamayın yahu!.” dedi. Bu nedenle söz konusu maddeler, “her Türk erkek…” şeklinde düzenlendi. Dolayısıyla Saltanatı ve halifeliği kaldıran devrimci ama “erkek” Meclis, kadınlar konusunda devrimci tavır sergileyemiyordu. 

1924 Anayasası tartışmalarında da görüleceği üzere hem toplumsal tabana hem de yönetici elitlere kadınlara hak vermeyi kabul ettirmek hiç de kolay değildi. Bunun üzerine Atatürk bu konuyu kademelendirerek/zamana yayarak, aşama aşama topluma ve yönetici elitlere kabul ettirdi. Örnekleyecek olursak:

  • 1924-25 öğretim yılında ilkokullarda,
  • 1927-28 öğretim yılında ortaokullarda ve
  • 1928-29 öğretim yılında liselerde karma eğitim (kız ve erkek) başladı.

Kadın-erkek eşitliği bağlamında:

  • Medeni Kanun ile hukuki eşitlik (1926)
  • Belediye seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı (1930)

1930 yılında TBMM’de kadınlara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanındı. Oylama 316 milletvekilinin 198’i katılarak kabul oyu verdi. 117 milletvekili oylamaya katılmadı. Tümünün karşı çıktığı varsayılmasa bile, oylamaya katılmayanların önemli bir bölümünün bu hakka karşı çıktıları söylenebilir. Nitekim dönemin basınında da kadınların milletvekili seçilme hakkı elde etmesine yönelik dolaylı eleştiriler mevcuttur. Bunlardan biri de dönemin ünlü karikatüristlerinden Cemal Nadir’e aittir. Cemal Nadir’in karikatürü aslında Atatürk’ün sadece sıradan halka karşı değil, dönemin okumuşlarına karşı da kadın haklarını getirmek için mücadele ettiği anlaşılır:

 

  • Milletvekili seçimlerinde kadınlara seçme ve seçilme hakkı (1934)

H.A : HOCAM 1930'LU YILLARDA KASINLARIN TOPLUMSAL HAYATTAKİ YERİ NASILDI?

                Dönemin tek parti iktidarı, 1930’lu yıllarda kadınları toplumsal yaşama katma çabalarını yoğun olarak göstermekteydi. Söz konusu çaba harcanırken kadınların çarşaf ve peçeden kurtarılarak –modernleşme projesinin bir parçası olarak-, “kadın kıyafetini asrileştirmek” için konferanslar verilmesi ve kadınların Halkevlerine üye olmalarının teşvik edilmesi isteniyordu (1933). Karşı çıkılan kadının başörtüsü takması değildi; karşı çıkılan çağdışı bir kıyafet olarak çarşaf ve peçeydi. Kadınların çarşaf ve peçe yerine manto giymeleri ve başörtüsü takmaları önerilmekteydi.

                5 Aralık 1934 tarihinde kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkı elde etmesi üzerine CHP Genel Sekreterliği buna paralel olarak parti örgütünden bazı isteklerde bulundu: CHP Genel Sekreteri Recep Peker, 19 Aralık 1934 tarihli yazısında kadınların parti yönetim kurullarına alınması ve delege seçilmesini istedi. Bir gün sonraki yazısında (20 Aralık) Belediye Meclislerinde ve Köy İhtiyar Heyetlerinde kadın oranının % 20’nin altında kalmamasına dikkat edilmesini bildirdi. Yine aynı tarihli bir başka yazıda Peker, İl Genel Meclisi’ne kadın üyelerin alınması ve CHP’ye kadın üye kayıtlarına hız verilmesi konusuna dikkat çekti.

                1930’lu yıllar Türkiye’de sekülerleşmeye/laikleşmeye paralel olarak kadının toplumsal hayatta daha çok görüldüğü yıllar oldu. Kadın erkek eşitliğinin yansıdığı bir başka alan da ders kitaplarıydı. 1938 yılına ait Alfabe kitabında kadının erkekle eşit olduğu, çalışıp para kazandığı açık bir şekilde ifade edilmektedir:

 

                H.A: PEKİ KADIN ÇOK PARTİLİ HAYATIN NERESİNDEYDİ ?

                Çok partili yaşama geçtikten sonra toplumsal taban ve yönetici elitin muhafazakarlığı kadını mutfağa göndermiştir (Nitekim günümüzde bile kadın nüfusunda çalışma oranı % 30’u bile geçebilmiş değildir):

 

                Kadının haklarını elde etmesi ve elde ettiklerini de koruması için hem toplumsal çevre ve hem de yönetici elitlerle mücadele etmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Atatürk’ün kademe kademe sağladığı kazanımlar kademe kademe kaybedilme tehlikesi altındadır. Bu mücadelede “demokratım, çağdaşım” diyen her erkeğin de kadının yanında yer alması vazgeçilmez bir zorunluluktur.

1920’lerden 1930’lara kadar geçen süreçte Türkiye’deki sekülerleşme/laikleşme süreciyle birlikte toplumsal hayatta daha görünür olan ve Batılı bir kimlik kazanmaya başlayan kadınların bu kazanımlarını kaybetme tehlikesi, günümüzde demokrasinin de tehlike altında olmasıyla paralel yürümektedir.

                Sevgili hocam değerli bilgilerinizle bizlere ışık tuttuğunuz için sizlere çok teşekkür ediyoruz.