BİR ANLAMIN YOKSA NEYİN VAR Kİ?
Hangi yolun yolcusu olduğunu,
Hangi suyun sâkisi olduğunu bilmiyorsan
Ve bilmiyorsan hayatının anlamını,
Rüzgarın önünde uçuşan kuru yapraklardan ne farkın var ki senin?
...
Doksanlı yılların başıydı. Biz hukuk büromuzu açalı henüz bir kaç yıl olmuştu. Geçiş yıllarımızı yaşıyorduk. O da Afyon Kocatepe Üniversitesine araştırma görevlisi olarak gelmişti. Ankara’dan bizi tanıyan arkadaşlarımız bizimle tanışmasını tavsiye etmişler. Geldiğinde rahmetli Abdurrahman Lüleci Abi’nin özel idare işhanında işletmeciliğini yaptığı Lülecioğlu Lokantası’nda beraber bir öğle yemeği yedik.
İçtenlikle yaklaştık birbirimize ve o yemekte yıllar boyu sürecek bir dostluğun temelini atmış olduk. Sonra Afyon’da doçent oluncaya kadar kaldı ve şimdi de Ankara’da Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nde profesör olarak devam ediyor kariyerine.
Kimden bahsettiğimi soruyorsun sanırım Bünyamin? Tabii ki Ramazan Yelken’den. Uzun saçları alamet-i fârikasıydı. 12 Eylül öncesinde Ankara’nın gecekondu bölgelerinden birinde çocukluğunu ve gençliğini yaşamış ve 12 Eylül sonrasında da kâfi miktarda hapis yatmış olmasından dolayı konuşmalarında akademik donukluğun dışında içtenlik ve muhatabının içine nüfûz eden bir konuşma tarzı vardı.
Sonraları onun vesilesiyle şimdi Kocatepe Üniversitesi rektör yardımcısı olan Mehmet Karakaş ve İstanbul’a giden Ahmet Kemal Bayram ile de ailecek tanışmıştık.
Cumartesi veya pazar sabahları dört aile olarak birlikte kahvaltı yapardık. Bu arada resmî veya akademik sınırlamalar olmadan büyük bir rahatlık içinde sohbet ederdik. Eşi Elife Hanım da öğretmendi. O da hayat doluydu ve bizlerin dört aile olarak şehirden ayrılmalar oluncaya kadar yıllarca toplanmamızı sağlayan başat ve muhtar bir kadındı.
Ayriyeten karı koca olarakta tencere kapağını bulmuş kabilindeydiler. Birbirlerine çok takılırlardı. Bir defasında Ramazan Hoca’nın eşi Elife Hanım’a öyle bir serzenişi vardı ki zaman zaman evde hala bazen hem hatırlar, hem taklidini yapar, hem de gülerim. Bir gün biz de onların evinde misafirlikte iken gelen bir telefona cevap verirken bir telefon numarasını not etmesi gerekiyordu. Ne ki telefonun yanında not kağıdı vardı ama kalem yoktu. Zar zor kalem bulundu ve telefon numarası not alındı. Telefonu kaıattılktan sonra “Nasıl olur yahu, bir akademisyenin evinde telefonun yanında bir kalem bulunmaz, nasıl olur, nasıl?.” diye neredeyse tatlı bir maraza çıkarıyordu. Allah’tan Elife Hanım kocasını yılların verdiği tecrübeyle iyi tanıdığı için o mazarayı da rahatlıkla geçiştirmişti. Hakikaten hiperaktif birisiydi. Durağanlığa hiç gelemezdi. Muhakkak sosyal faaliyetler içinde yer alırdı. Hatta bize bile bir müddet bizim büroda İngilizce kurs verdiler.
Mesela o yıllarda Bolvadin Heybeli Termal Kaplıcası’nda onun gayretleriyle Bilgi Vakfı’yla beraber biz, Bolvadin Belediye’nin de katkılarıyla ilk defa bir kolokyum düzenlemiştik. Konusu “GELENEK VE MODERNİZM ARASINDA İSLAM”dı.
Kimler katılmıştı o kolokyum denilen tartışma proğramına biliyor musun?
Hatırladığım kadarıyla şu isimler vardı:
Dücane Cündioğlu,
Vehbi Başer,
Ömer Çelik,
Yasin Aktay,
Ümit Aktaş,
Ömer Özsoy,
Hayri Kırbaçoğlu,
İlhami Güler,
Mehmet Akif Ersin
ve isimlerini hatırlayamadığım bir kaç kişi ile beraber ev sahibi olarak da Ramazan Yelken ve Ahmet Kemal Bayram.
Faydalı bir toplantıydı ve çok müstefid olmuştuk biz de. Şimdi buradan bir kez daha gıyablarında teşekkürlerimi gönderiyorum kendilerine.
Unutmadan bir de şunu eklemeliyim. Ben masa oyunlarından hiç birisini bilmezdim ve oynamazdım. Okeyi bana öğreten de kendisidir. Kırk yılda bir oynarım. Hiç bir “oyunu bilmemek” de bazen iyi olmuyor. İnsanın kendisine oyun yapanlara oyun yapabilecek kadar bilgisi, zekâsı ve tecrübesi olmalı aslında. Neyse iyi ki öğretmiş ki bana bir yat gezisinde koskoca Mehmet Çelikörs Abimiz’i bile yenmiştik eşli oynadığımız bir oyunda. Onu sana sonra anlatırım Bünyamin.
Anlatacak çok şey var aslında o günlere ilişkin.
İdeallerimiz, ideallerimiz için kendimizce verdiğimiz çaba ve gayretler, ideallerimizin uzağında kalmamız veya ideallerimizden belki bizim uzaklaşmamız, acılarımız ve acı tatlı hatıralarımız . Bunlara yeri geldikçe değiniriz birlikte.
Bu arada Ramazan Hoca’nın dağlara tırmandığını duyuyorum. Aklına değişik şeyler gelmesin. Burada mecaz yapmıyorum tabii. Dağcılık sporu ile ilgileniyormuş bunca yaştan sonra. Demiştim ya hiperaktifti diye. O kadar bilgi birikimini başka nasıl sarf ve deşarj edebilecekti diye gıyabında düşünüyorum ve bıyık altından gülüyorum doğrusu.
Gelelim Ramazan Hoca ile bugünkü yazı başlığımızın ilgisine. Ben kendi adıma diyebilirim ki ne zaman bir eve ya da işyerine gitsem, eğer ortam müsaitse muhakkak kitap bölümüne bir göz atarım, itiyadımdır. Hatta AVM’lerde bile beni kaybeden arkadaşlarım ya da eşim ve çocuklarım kitap bölümünde olacağımı bilirler. Üstadın evinde de kitaplığını incelerken Victor E. Frankl’ın “İNSANIN ANLAM ARAYIŞI” adındaki kitabı dikkatimi çekmişti. Ayaküstü bazı bölümlerine göz gezdirmiştim. O gün emaneten alıp eve getirmiş ve baştan sona okumuştum. Toplama kampındaki insanların hayata bakışları ve hayatlarını, savaşı ve yaşadıklarını sorgulamalaıma falan değiniyordu kitap. Kitabı okuyup iade etmiştim ama kitaplığımda olması gereken bir kitap olduğu için bir gittiğimde Antalya’da bulup almıştım.
O kitaptan bugünlük küçük bir alıntı aktaracağım sana Bünyamin. İki kadın. İki ayrı yaşam tarzı. İki ayrı amaç. Birisi anlam yüklü veya kadın o anlamı hayatına yüklemiş. Diğeri kendi hayatını kendi anlamsızlaştırmış. Oku ve kıyaslamayı yapmaya çalış. Anlamını bulamadığın veya anlamının hakkını veremediğin hayat senin hayatın değildir çünkü. O kendi elinden çaldırdığın bir hayattır nihayet.
İşte o alıntı:
META KLİNİK SORUNLAR
“ Bugün bir psikiyatriste, giderek artan sayıda, onu nevrotik semptomlarla değil, insan sorunlarıyla karşı karşıya bırakan hastalar başvurmaktadır. Son zamanlarda psikiyatriste giden bu insanlardan bazıları eskiden papaza, rahibe ya da hahama giderlerdi. Şimdi ise çoğunlukla bu insanlar papaza gitmeyi reddetmekte, bunun yerine doktoru “yaşamının anlamı ne?” gibi sorularla karşı karşıya bırakmaktadır.
BİR LOGODRAMA
Aşağıdaki olayı anmak isterim. Bir keresinde onbir yaşındaki oğlu ölen bir kadın bir intihar girişiminden sonra hastaneme kabul edilmişti. Dr. Kurt Kocourek, kadını bir terapi grubuna katılmaya çağırmış ve psikodrama yürütmekte olduğu odaya kaza eseri girmiştim. Çocuğu ölen kadın, çocuk felcinden ötürü sakat olan oğluyla başbaşa kalmış. Zavallı çocuk tekerlekli iskemleye bağlıymış. Annesi kendi kaderine isyan etmiş ama sakat oğluyla birlikte intihar etmeye kalkışınca, onun bunu yapmasına sakat oğlu engel olmuş; yaşamı seviyormuş! Onun için yaşam anlamlıymış. Peki annesi için neden böyle değildi? Annenin yaşamı bunlara karşın nasıl bir anlamı bulabilirdi? Ve bunun farkına varması için ona nasıl yardım edebilirdik?
Tartışmaya hazırlıksız katıldım gruptaki bir başka kadını sorguladım. Kaç yaşında olduğunu sordum, “Otuz,” dedi. Bunun üzerine, “Hayır, otuz değil, seksen yaşınındasınız ve ölüm de döşeğindesiniz, geri dönüp çocuksuz ama mali başarılarla dolu bir yaşamınız olduğunu görüyorsunuz,” diye karşılık verdim ve böyle bir durumda ne hissedeceğini hayal etmesini söyledim. “Ne düşünürsünüz, o durumda kendi kendinize ne dersiniz?”Drama seansı sırasında kaydedilen banttan, kadının söylediklerini almama izin verin:”Oh, ben evli bir milyonerim, refah içinde rahat bir hayatım vardı ve bunu yaşadım! Erkeklerle flört ettim; onlarla cilveleştim. Ama şimdi seksenimdeyim; kendi çocuğum yok. Yaşlı bir kadın olarak geriye dönüp baktığımda, bütün bunların ne için olduğunu anlayamıyorum; aslında, yaşamımın, bir başarısızlık olduğunu söylemem gerek!”
Daha sonra oğlu sakat olan kadına,kendini benzer bir şekilde geriye dönüp bakarken hayal etmesini söyledim. Bant kaydından söylediklerini dinleyelim: “Çocuklarım olsun istedim ve bu arzum gerçekleşti; oğlumun biri öldü, ancak diğeri de sakattı. Ben bakmasaydım onu bir kuruma gönderirlerdi. Sakat ve çaresiz olsa, benim oğlum. Bu nedenle onun için olası olduğu kadar ona dolu dolu bir hayat verdim; oğlumdan daha iyi bir insan yarattım.” O anda gözyaşlarına gömüldü ve hıçkıra çıkara ağlamaya başladı çıkar çıkar devam etti: “Kendi adıma huzur içinde geri dönüp bakabilirim; çünkü yaşamımın anlamla dolu olduğunu ve bu anlamı kazanmak için çok çalıştığımı, elimden geleni yaptığımı söyleyebilirim; oğlum için elimden geleni yaptım. Yaşamım bir başarısızlık değildi!” Sanki ölüm döşeğindeymişcesine geri dönüp yaşamına baktığında ansızın bunun bir anlamı olduğunu, çektiği onca acıyı bile kapsayan bir anlamı olduğunu görebildim. Ancak aynı nedenden ötürü, örneğin ölen oğlununki gibi kısa bir yaşamın bile coşku ve sevgi açısından, öylesine zengin olabileceği, seksen yıl süren bir yaşamda olandan daha çok anlamlı olabileceği açıklık kazandı.
Bir süre sonra bu grubun tamamına hitaben bir başka soru sordum. Sorum polilmiyelitis serumu geliştirmek için kullanılan ve bu nedenle orası burası delik deşik edilen bir maymunun, çektiği acının anlamını kavrayıp kavrayamayacağıyla ilgiliydi. Gruptaki herkes elbette kavrayamayacağını söyledi; sınırlı zekâsıyla maymun, acının anlamının anlaşılabildiği tek dünya olan insanların dünyasına giremezdi. Bunun üzerine aşağıdaki soruyu ortaya” attım: “Peki ya insan? İnsan dünyasının, kozmosun evrimindeki bitiş (terminal) noktası olduğundan emin misiniz?Başka bir boyutun daha olduğu, başka bir dünyanın, insan acısının nihai anlamının bir yanıt bulacağı bir dünyanın olduğu düşünülemez mi”
Alıntı burada bitiyor Bünyamin. Topu topu yeri parağraflık bir yazı ama hangi derin duygulara ve anlamlara değindiğini farketmişindir umarım.
Hangi yolun yolcusu olduğunu,
Hangi suyun sâkisi olduğunu bilmiyorsan
Ve bilmiyorsan hayatının anlamını,
Rüzgarın önünde uçuşan kuru yapraklardan ne farkın var ki senin?
...